Takvim Yaprakları

Ölmek böyle bir şey miydi acaba?

Birden niye her yere karanlık çöküvermişti ki? Neden zifiri karanlık olmuştu burası? Elektrikler mi kesilmişti yoksa?

Beyninde binlerce soru birikiverdi kısa süre içerisinde. Hatırlamaya çalıştı ama bir türlü toparlayamadı kendini.

Böyle zihninin dağıldığı zamanlarda, başını iki elinin arasına alır, öyle düşünürdü. Öyle yapmak istedi ama elleri kaskatı kesilmişti. Kıpırdamıyordu. Üstelik ne elini, ne ayağını, ne kafasını, ne gözlerini hiç bir yerini kıpırdatamıyordu…

Çok korktu. Ne yapacağını bilemez halde bağırmak istedi ama sesi de çıkmıyordu işte!

Hatırlamaya çalıştı. Olmuyordu. Kısa süre öncesini dahi anımsayamıyordu.

Şaşkınlık içerisindeydi.

Tek yapabildiği şey, düşünebilmesiydi. Evet aklı yerindeydi, zihninden bir sürü şeyler vızır vızır geçiyordu. Ama neden kaskatıydı ki… Konuşamıyor, göremiyor ve hiçbir şey hatırlamıyordu.

Tam da o an, ‘ölüm’ kelimesi hücum etti zihnine. Nasıl bir hücumdu o, vücudunun her bir zerresi adeta ‘ölüm’le doluvermişti.

Ölmek böyle bir şey miydi acaba?

Ancak kısa süre sonra bir şeylerin farkına varmaya başladı. Ne olup bittiğini tam olarak kavrayamamış olsa da, zihnindeki bir his, onun ölmediğini söylüyordu. Hem ölmüş olsa, farklı bir alemde olmalı değil miydi? Buna inanıyordu. Ömrünün her anında ‘gerektiği gibi’, ‘iyi bi hayat’ yaşayamıyordu belki ama ölüm sonrasına şüphe duymayacak şekilde inanıyordu. Ve ayırt etmeden herkese iyilik yapma peşinde bir hayat yaşamaya çalışıyordu. “Yaşamda bir gayesi olursa insanın ve bu gaye ‘Sonsuzluk Alemi’ne kadar uzanırsa, o insanın her an’ı ibadetle geçer” şeklinde bir inanışı benimsiyordu.

Ölmediyse neydi bu yaşadığı?

***

Alnının sağ tarafında hissettiği bir sızı ile başını kaldırdığında, çalışma masasında uyuyakaldığını farketti. Belli ki rüya görmüştü. Nasıl bir rüyaydı ama bu? Bütün vücudu kaskatı kesilmiş, ne konuşabilmiş, ne de hareket edebilmişti! Mezar böyle bir yer olmalıydı. Çünkü ruh bedeni terkedince, ortada taş gibi soğuk bir ceset kalıyordu geriye.

Geceyarısı olduğunu tahmin ederek, ortasında Kız Kulesi manzarası olan duvardaki saate baktı. İkiyi oniki geçiyordu.

Yavaşca kalktı uyuyakaldığı koltuktan. Henüz kapatmamış olduğunu farkettiği bilgisayarının hoparlöründen, bir ney sesi yükseliyordu…

Gözüne masa takvimindeki tarih ilişti. Hiç adeti olmamasına rağmen son bir aydır koparır olmuştu takvim yapraklarını. Bunu her gün yapmasa da, gözüne iliştikçe koparıyordu biriken yaprakları…

Gecenin hayli ilerlemiş bu saatinde, görmüş olduğu tuhaf bir rüyanın hemen üstüne, bir kere daha ‘zamanın ne de çabuk geçtiğini’ anımsayıverdi. Daha sanki dün koparmış gibi hatırlıyordu o takvimin yapraklarını. Hatta orada yazan güzel bir söz çok hoşuna gitmiş ve onu bir yere not alıvermişti.

 Şimdi bir kere daha takvimden kopardığı yaprağın üzerindeki tarihe baktı.  Son kopardığı günden bu yana tam 8 gün geçmişti…

Yenigün Gazetesi / 17 Mart 2017

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir